islamilminfazileti
  Allah-u Teâlâ’nın Sevgilileri’nin İfşaatlarına İzah ve Açıklamalar (17) Şeyhü’l-Ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- (6)
 
HÂTEM-I VELI

Şeyhü’l-Ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- (6)


Allah-u Teâlâ’nın Sevgilileri’nin İfşaatlarına İzah ve Açıklamalar (17)

 

Şeyhü’l-Ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî
-kuddise sırruh- (6)

 

Hâtemü'l-Evliyâ'nın "Ümmî"liği:

Velîlerin "Şeyhü'l-ekber"ine Allah-u Teâlâ Hâtemü'l-evliyâ'yı o kadar net bildirmişti ki; onun hiçbir tahsili olmadığı, hiçbir kişmseden tek harf öğrenmediği hâlde bu "Hâtemü'l-velâyet"e eriştirileceğini çok iyi biliyordu.

Bunu öğrenmek için onun "Ankâ'-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ" adlı eserindeki şu sözlerine kulak vermek yeterlidir:

"Bil ki, velâyet bayrağının ve mührünün taşıyıcısıi makâmın ve gâyenin nihâyeti olan Hatm, hiç bilmezken 'Hatm' oldu ve cesedlenmiş bir rûhâniyyet ve müteaddit bir ferdâniyyet içinde, dilemeksizin ve tasarruf etmeksizin iş onda vâroldu." ("Ankâ'-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ"; s. 71, bas.: Mısır, 1954)

Yani kendisinde varlık taşıyacak zerre kadar bir şeyi bulunmaz, fakat O öyle dilemiş, o kandile koymayı murâd etmiş; peygamberler de o ilmi kendisine mâletmesin!.. İşin inceliği burada. Niçin? "Siz de o 'hiç bilmez' kandilden aldınız!" Burada iki gizli nokta var; "Ben O kandile koydum, siz o kandilden alıyorsunuz. O kendisinin hiç olduğunu biliyor, siz de bilin!" mânâsı çıkıyor. Burada insana âit bir şey yok; burada mahlûkun hiçbir dahli, hiçbir yeri ve değeri de yok. Ne var? Öyle murâd etmiş, bu var! Rabbü'l-âlemîn öyle dilemiş, öyle olmuş; yoksa onun aklına-hayâline gelen bir şey değil!...

Bu hakikati düşündüğünüz zaman Hakk'ı bulmak çok kolay olur.

"Cesedlenmiş rûhâniyyet"in mânâsı; bir usta tulumunu giyer, o tulum o ustanın işâretidir. Amma tulum iş yapmaz, ancak yapılan o işleri seyreder. Rûhâniyet konuşuyor, o görünüyor. Açık mânâsı bu!.. "Kudsî ruh"la desteklediği kimsede aslında "Kudsî ruh" konuşuyor, fakat ona mâlediliyor. Niçin? "Kudsî ruh"u onun emrine verdiği için. Hâlbuki işi gören Allah'tır, o işi "Kudsî ruh"a gördürüyor; onu gösteriyor, gören de "O gördü!" diyor.

Bunun aslı şudur:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Bedir'de Cebrâil Aleyhisselâm'ın tavsiyesi üzerine yerden bir avuç kum alarak müşriklerin üzerine attı, bu atış onların hezimetine vesîle oldu.

Âyet-i kerîme'de ise;

"Resul'üm! Attığın zaman sen atmadın, Allah attı!.." buyuruluyor. (Enfâl: 17)

Görünüşte Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz attı, fakat Allah-u Teâlâ; "Ben attım!.." buyuruyor. Gerçekten de O attı, O ulaştırdı! Yapılan işler ne kadar büyük olursa olsun Allah-u Teâlâ'ya hamletmek lâzımdır, nefse değil... Çünkü "Kudsî rûh"u veren de "O", destekleyen de yine "O"... O görülüyor, halbuki Allah-u Teâlâ öyle murâd etmiş, onda tecellî etmiş; O'nun tecelliyâtı yürüyor, bütün işi de O görüyor. Başka türlü olması mümkün değildir, O'ndan başka her şey âcizdir. O bir tulum mesâbesindedir; amma halk tulumu görüyor, robotu görüyor, içindekini göremiyor! Hâlbuki bütün işi yapan Allah-u Teâlâ'dır. Bütün icraatı O yapıyor, amma o "O yapıyor!" diyor, ben de diyorum ki; hayır, "O" yapıyor! Bilen bilir kimin yaptığını!.. Yalnız şu kadar var ki, insanın varlığını ifnâ etmesi gerekir ki "Var" husule gelsin...

Ben bir robot şeklindeyim, O öyle murâd etmiş, öyle tecellî etmiş! Cesedlenmiş bir rûhâniyet... Fakat hiç kimsenin bu "Rûhâniyet"i görmesi mümkün olmadığı için kişiyi görüyor, kişiye mâlediyor. Allah-u Teâlâ diğerlerine de rûhâniyet veriyor, fakat ona verilen rûhâniyet "Cesedlenmiş bir rûhâniyet"tir. O "Rûhâniyet" de Allah-u Teâlâ'nın emrindedir, başlıbaşına değildir.

Bu "Rûhâniyet" diğer velîlerin dahî giremediği bir rûhâniyettir, tamamen esrârdan ibaret olan bir rûhâniyettir. Bu "Rûhâniyet"i bizzat Allah-u Teâlâ idare eder. Dolayısıyla onun iradesi elinde değildir, bütün irade O'nun kudret elindedir. Kısacası O idare ediyor, irade O'nundur; O dilediğini dilediği şekilde kullanır, mahlûk bir resim gibidir.

"Ulü'l-azm" bir peygamber olduğu hâlde Allah-u Teâlâ'nın Mûsâ Aleyhisselâm'ı Hızır Aleyhisselâm'a göndermesi şâyân-ı ibret bir hâdisedir.

Şöyle ki;

Mûsâ Aleyhisselâm bir gün halkı topladı ve onlara etkili bir hitâbede bulundu. Kalpler yumuşadı, gözlerden yaşlar aktı. Bunun üzerine cemaatin içinden birisi; "İnsanların en âlimi kimdir?" diye sordu, o ise: "En âlim benim!" dedi. "Allah bilir" diyerek, en iyi bilmeyi O'na nisbet etmediği için Allah-u Teâlâ bu sözünü hoş görmedi.

Bunun üzerine kendisine:

"İki denizin birleştiği bir yerde bulunan bir kulum senden daha âlimdir!" diye vahyetti. (Buhârî, Tecrid-i Sarîh: 102)

Mûsâ Aleyhisselâm Hızır Aleyhisselâm'la karşılaştıktan sonra, kendisine bâzı gizli bilgileri öğretmesi için arkadaşlık teklifinde bulundu. Onun öğrenmek için böyle söylemesi, tâbî olmanın değeri ve yüceliği husûsunda en bâriz delildir. O "Ulü'l-azm" bir peygamber olduğu hâlde Hızır Aleyhisselâm'a tâbî olmakla bunu göstermiş oldu.

Eğer bir kimse ilimle yetinecek olsaydı Mûsâ Aleyhisselâm yetinirdi. Fakat o yetinmedi, Hızır Aleyhisselâm'a uymak istedi.

Bu izin istemeye cevap olarak;

"Hakikatini kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredebilirsin?" dedi. (Kehf: 68)

Benimle beraber olduğun zaman birtakım şeyler göreceksin ki, sır ve hikmetinden haberin olmayacak, dış görünüşe göre Şerîat'a muhâlif görünecek; sen bir Şerîat sahibi olman itibariyle, onları dış görünüşlerine uygun görmeyip itirâz etme gereği duyacaksın.

Bu gizli bir ilimdir. Mûsâ Aleyhisselâm'ın ilmi zâhirî idi, bu ilim ise bâtınî ilim olduğu için gizli idi. Burada bazı işler cereyan ediyor, zâhir ehli bunu göremez ve anlayamaz.

Hızır Aleyhisselâm Mûsâ Aleyhisselâm'a şöyle cevap verdi.

"Ben Allah'ın bana kendi ilminden verdiği bir ilim üzere yürüyorum ki sen onu bilmezsin. Allah'ın sana öğrettiği ilmi de ben bilmem." (Buhârî)

Mûsâ Aleyhisselâm "Ulü'l-azm" bir peygamberdi, Allah-u Teâlâ ile konuşmuş ve "Kelîmullah" lâkabıyla müşerref olmuştu; fakat Allah-u Teâlâ onu bu "Has ilm"e erdirmemişti, bu sırra vâkıf değildi. Kime ne verdiyse o var, kişinin elinde hiçbir şey yok!..

Ondan varlık yönünden bu zelle zuhûr etti ve "Ben biliyorum!" dedi; Allah-u Teâlâ da Mûsâ Aleyhisselâm'ı çok sevdiği için, kendisini hem irşâd etmek, hem de ikâz etmek istedi.

Hızır Aleyhisselâm'ın bu beyanı şâyân-ı hayrettir. Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine verir, dilediği şekilde tecellî eder; bu böyledir. Birisinde "Ledünnî ilim" var, diğerinde "Zâhirî ilim" var! Mûsâ Aleyhisselâm'da da velâyet mevcuttur amma; o velâyet ayrı, bu "velâyet" ayrı!..


| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

 

 


 
  Bugünkü Ziyaretçi Sayısı 62 ziyaretçi (236 klik) Hoşgeldiniz  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol