islamilminfazileti
  HÂTEM-İ VELİ HAKKINDA RESULULLAH -SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM- EFENDİMİZ’İN HADİS-İ ŞERİF’LERİ VE ONA VÂRİS OLAN VEKİLLERİNİN İFŞAATLARI (32)
 
HÂTEM-İ VELİ

Ebû Abdullah Muhammed bin Ali el-Hakîm et-Tirmizî -Kuddise Sırruh-


HÂTEM-İ VELİ HAKKINDA
RESULULLAH -SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM- EFENDİMİZ’İN HADİS-İ ŞERİF’LERİ VE ONA VÂRİS OLAN VEKİLLERİNİN İFŞAATLARI (32)

 

Ebû Abdullah Muhammed bin Ali el-Hakîm et-Tirmizî -Kuddise Sırruh-

 

Bu zât-ı muhterem gerçekten birçok ince sırlardan bahsetmiş.
Kardeşler bunu okuyorsa da hiçbir şey anlayamadıklarını ibraz ettiklerinden dolayı izahı ile beraber tekrar alıyoruz:

MUHADDESLER

Hazret, Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Kütüphânesi’nde kayıtlı bulunan “Kitâb-u İlmü’l-Evliyâ” isimli eserinde Allah-u Teâlâ ile konuşan muhaddes velilerin vasıflarından sözederken, onlardan birinin yakınlık nûrunun, peygamberlerin yakınlık nûrundan daha öne geçeceğini ifâde etmiş; onun bu yakınlıkla ilmin köklerine kadar vâsıl olacağını ve nübüvvete dâir ilimden büyük bir pay alacağını haber vermiştir:

“Allah’ın Hikmetü’l-ulyâ’sına kadar ulaşabilenler, O’nun vahdâniyyet’inin içinde yürüyenler, ya da has meclislerde Vech-i Kerîm’e vâsıl olanlar... İşte bunlar peygamberlerle neredeyse aynı seviyede bulunan Hassü’l-has muhaddeslerdir!”

“Bu muhaddesler öyle kimselerdir ki, peygamberlerin menzillerine kadar yaklaşabildikleri için, neredeyse peygamberlere karışırlar. Onların nûru peygamberlerin yakınlık nûrundan daha da büyüyebilir. Buna nüfûz ettikleri taktirde, ilâhî tedbirin esâsına ve ilmin köklerine kadar vâsıl olurlar.

Muhaddesler derecelerine göre Nübüvvet’ten de pay alırlar. Nitekim onların kimine Nübüvvet’in yarısı verilir.

Onlardan bir kimseye bundan daha da fazlası verilir ki, ona bu güçle peygamberlerin seçkinlik ve temizliği de verilir. İlâhî Nûr, ona işte bu güçle verilir. Bu güçle ona yakınlık da verilir. Bu güçle ona Hakk ile konuşabilme de verilmiştir. Onun mevcûdiyeti de işte bu güce göredir.” (“Kitâbu İlmü’l-Evliyâ”; Haraççıoğlu, no: 806, 29a-29b yaprağı)

Açıklaması:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır.” buyuruyor. (Bakara: 255)

Kürsü O’nundur. O’nun kürsüsünde O’ndan başka oturan yok, hükmeden yok. Gökler de böyle, yer de böyle, içindekiler de böyledir, Kürsü’de O var, O’ndan başka oturan yok. Hüküm O’nun, hükümdar O. Zaten aslında O’ndan başka varlık da yok, mevcut da yok. Amma sen O’nu görmüyorsun. Âyet-i kerime’de geçen “Kürsü”, O’ndan başka hükümdar olmadığını anlatmak içindir, kürsü bir isimden ibaret oluyor.

Diğer bir Âyet-i kerime’sinde:

“İçinizde... Görmüyor musunuz?” (Zâriyât: 21)

Buyurduğu gibi, kâinatta da böyledir. Hepsinin içinde O var. Amma sen perdede başkasını görüyorsun. İnsan kendisinde göremiyor ki kâinatta görebilsin, yahut bilsin.

Bu Âyet-i kerime’nin sırrına mazhar olan kimse bunları görebilir, başkası göremez. O’ndan başka bir varlık olmadığını o bildiği için, o ölçü ile âlemleri hiç zahmetsiz ölçebiliyor. Ruh tekâmül ettikçe Allah-u Teâlâ ona ölçme imkânı veriyor.

Var olan O’dur, ötekilerin hepsi maskedir. Yer de maskedir, gök de maskedir, içindekiler de maskedir, hepsi maskedir. Bütün âlemler bir maskeden, bir perdeden ibarettir. Fakat insan O’nu görmüyor da maskeyi görüyor, onlarla hemhâl oluyor ve onlarda kalıyor. O nizam ve intizamını kurmuş, amma hüküm O’nundur. Herşeyi O ihata etmiştir, amma insan O’nu görmüyor da yaratılanları görüyor, perdede kalıyor.

Halbuki Âyet-i kerime’sinde:

“O Zâhir’dir.” buyuruyor. (Hadid: 3)

Herşeye bir şekil vermiş ve meydana çıkarmış, her meydana çıkan O’nunla meydana çıkıyor. Varlığını çektiği zaman yok oluyor. O’ndan başka bir mevcut yok.

Her zerrede ulûhiyet sırları mevcuttur. Gül yaprağının her zerresinde gül suyu var, sütün her zerresinde yağ var, fakat kişi onu göremiyor.

Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Allah o Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O Hayy ve Kayyum’dur.” buyuruyor. (Bakara: 255 - Âl-i imrân: 2)

Var olanlar O’nunla var, O’nunla kâimdir. Amma onlar görülüyor da O görülmüyor. Yaratılan görülüyor, Yaratan görülmüyor. Görülüyor, fakat dilediği görüyor. Yaratılanlar “Ol!”dan ibarettir...

Tabii ki bu inceliği anlamak çok zordur. Niçin? Kişi o olmadığı için.

Zamanla Allah-u Teâlâ bunları sana duyurursa, gözünle görür gibi görürsün. O’ndan başka bir mevcut olmadığını, yaratılanların da bir maskeden bir perdeden ibaret olduğunu hem bilirsin hem görürsün. Yer de böyledir, gök de böyledir, insan da böyledir, yarattığı herşey böyledir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Nerede olursanız olun O sizinle bareberdir.” buyurmaktadır. (Hadîd: 4)

Niçin? Çünkü O var, Zâhir de O’dur. Başka hiçbir şey yok.

Bu ilim Allah-u Teâlâ’ya âittir, ilm-i billâh’tır ve en son ilimdir. Bütün çıplaklığıyla size anlatılıyor, amma anlamak mümkün değildir. Siz bunun ismini duyuyorsunuz, anlar gibi görünüyorsunuz, amma anlamıyorsunuz.

Çünkü ilim de iki türlüdür; zâhirî ve bâtınî.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“İlim ikidir. Biri dilde olup (ki bu zâhiri ilimdir) Allah-u Teâlâ’nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (mârifet ilmi) vardır. Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur.” (Tirmizî)

Faydalı olan ilim budur. “İlmin kökleri” olarak beyan edilen ilimdir. Fakat buna eren pek azdır.

Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri “Bâbu fî Beyânu’l-Müferridîn” adlı risâlesinde, Hâtemü’l-evliyâ’nın Vahdâniyyet ve İnfirad billâh mülkü’nden eşyâya ne şekilde nazar ettiğini beyân ederek şöyle buyurmuştur:

“O’nun, kalbini kendi mülküne, sevap ve ikâbının mülküne ve dünyâ’sının mülküne göre kendisiyle meşgul ettirdiği bu kul, kalbi ‘Vahdâniyyet’ ve ‘İnfirâd Billâh’ mülkü’nde boğularak, O’nunla ferdleşmiştir. O’nunla birlikte nazar ederek bakar, O’nunla bakar, O’na bakar. Çünkü kendisine nazar ettiği eşyâ da O’nun varlığı ile birliktedir. Dolayısıyla onu kendisiyle meşgul ettirmesi nedeniyle, eşyâ için O’ndan başkasının hâkimiyeti (onun için) sözkonusu olmaz. Çünkü Rabb’i ondan, eşyânın gâlip gelen hâkimiyetini alır ve (onu) kendisiyle meşgul ettirerek eşyâdan meneder.” (Bâbu fî Beyânu’l-Müferridîn, Veliyyüddin, no.: 770. 188b yaprağı.)

 

“İLM-İ BİLLÂH” ve “HİKMETÜ’L-ULY”

Hakîm et-Tirmizî -kudddise sırruh- Hazretleri “Cevâb-u Kitâbu mine’r-Re’y” isimli eserinde, “Hikmetü’l-ulyâ”yı elinde bulunduran Hâtemü’l-evliyâ’nın hem öne alındığını, hem de geride bırakıldığını; bu geride bırakılma sâyesinde onun, mahşerde Muhammed Aleyhisselâm’ın minberine kadar çıkacağını beyan buyurmuştur:

“İlm-i billâh, Allah’ı tanımak ve Allah’tan düşünmek, şu üç şeyi ihtivâ eden kişinindir: Kalbini Allah ile dirilten; O’nun belâsını güzel görüp, rûhunu temizleyip, ubûdetini sağlam kılan ve nefsin esâretinden hürriyetle zafere ulaşan.. İşte onun rütbesi delil, menzili aşikâr, eşkâli de seyyid’liktir; Mevlâ’sı ile keremlileşmiştir. O, öne alması ve geride bırakması sâyesinde, onu arzu ettiğinden daha da yücelere ulaştırır.

Şu kadar var ki, öne alması; onu kendi Rubûbiyet hazinelerinden olan ‘Hikmetü’l-Ulyâ’ ya yöneltmesidir. Artık o, Rabb’inin huzurunu kendisine mekân edinir ve O’nun sırlarını elde eder. Geriye bırakması ise; velîleri ve peygamberleri seçtiği gün onu kendi hizmetinde kılması ve benzerini hiçbir kulağın işitmediği bir senâ ile onu kendisiyle konuşturmasıdır. Tâ ki onu, Mustafâ -sallallahu aleyhi ve sellem-le aynı şekilde ikrâr edebilsin ve O’nun minberine kadar çıkabilsin.” (Cevâbu Kitâbu mine’r-Re’y, s.191, bas.: Beyrut, 1992)

Açıklaması:

“İlm-i billâh, Allah’ı tanımak ve Allah’tan düşünmek, şu üç şeyi ihtivâ eden kişinindir: Kalbini Allah ile dirilten; O’nun belâsını güzel görüp, rûhunu temizleyip, ubûdetini sağlam kılan ve nefsin esâretinden hürriyetle zafere ulaşan...”

Hazret-i Allah ile hemhâl olmuş, Hakk’tan gelen her şeye peşinen râzı olmuş, bütün arzularından sıyrılmış, arzusunu Hakk’a havale etmiş. O’nun arzusunu kabul etmiş. Kendisinde hiçbir arzu yaşamaz. Hakk neyi arzu ediyorsa arzusu O’dur, Hakk’ın arzusu ne ise onun arzusu odur. Kılıç kınından çıkmış, o da arzularından sıyrılmış.

“İşte onun rütbesi delil...”

Rütbesinin delili budur.

“Menzili aşikâr...”

Herşeyi belli, hedefi de belli, kendisi de belli, gayesi de belli.

“Eşkâli de seyyid’liktir...”

Allah-u Teâlâ ona kendi tarafından büyüklük vermiş, efendilik bahşetmiştir.

“Mevlâ’sı ile keremlileşmiştir.”

Allah-u Teâlâ onu kendine çekmiştir, O’nunla hemhâl olmuştur.

“O, öne alması ve geride bırakması sâyesinde, onu arzu ettiğinden daha da yücelere ulaştırır.”

O gerçekten hükümsüz olduğunu çok iyi bilmiştir. Öne alması, ona bu esrâr-ı ilâhî’yi duyurmuş. Geri bırakması, o ise hiçbir şeyden haberi olmadığı, habersiz, hükümsüz, değersiz olduğunu gayet rahat bilir. Onu Mevlâ’sı ister öne alır, ister geriye bırakır, o bunların hiçbir tanesi ile ilgilenmez. Mevlâ’sı ne yaparsa onu hoş görür.

“Şu kadar var ki, öne alması; onu kendi Rubûbiyet hazinelerinden olan ‘Hikmetü’l-Ulyâ’ ya yöneltmesidir.”

Hikmet-i Ulyâ: Allah-u Teâlâ onu almış, kendisine yaklaştırmış; hikmet-i ulyâ’sını, esrârını ona bildirmiş, kendisine âit ilmi ona bahşetmiş. Binaenaleyh hikmetiyle, bu lütufla O’na ermiş, O’nunla hemhâl olmuş. Çünkü ilmini, hilmini, esrârını, hikmetini O vermiş. Onun hocası O olmuş.

“Artık o, Rabb’inin huzurunu kendisine mekân edinir ve O’nun sırlarını elde eder.”

Allah-u Teâlâ ile hemhâl olduğu zaman, O dilediğini ona bildirir. O’nun bildirdiğini kimse bilmez.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde bu has ilmi Hızır Aleyhisselâm’a da bahşettiğini beyan buyuruyor:

“Biz ona nezdimizden bir rahmet verdik, tarafımızdan has bir ilim öğrettik.” (Kehf: 65)

Allah-u Teâlâ tarafından ilim verilen yer işte burasıdır. Allah-u Teâlâ dilediği zaman dilediği şekilde tecelli eder.

“O her an yeni bir iştedir.” (Rahman: 29)

Âyet-i kerime’sinde buyurulduğu üzere her an yeni bir tecelliyattadır. O iş, o tecelliyat devam ediyor değil; her an başka bir işte, her an başka bir tecelliyattadır.

“Geriye bırakması ise; velîleri ve peygamberleri seçtiği gün onu kendi hizmetinde kılması ve benzerini hiçbir kulağın işitmediği bir senâ ile onu kendisiyle konuşturmasıdır.”

Geride bırakması ile; o aslâ üzülmez, çünkü kendisine bir varlık vermez ki. Hâlik’ı ister sevmiş, ister atmış. O kendisini hükümsüz görüyor. Fakat bu hâlinden Hâlik’ı hoşlanırsa, onu istediğinden daha ileriye sürer. Geride bırakması budur. Geride bırakmış, bırakmamış, o kendisine bunların hiçbirini mâletmez. Sahibi nasıl isterse öyle yapar. Onda arzu yaşamaz. Arzusu yaşamadığı için, O’nun arzusu yaşadığı için, O istediği yere koyar. Onun arzusu yalnız hizmettir, makam mevki değildir. Bunun için umulur ki Allah-u Teâlâ onu kendi hizmetinde bulundurur. Bu O’nun bileceği bir husustur, Hâlik’e kalmış bir husustur. Bir mahlûkun burada bir müdahalesi olamaz.

“Tâ ki onu, Mustafâ -sallallahu aleyhi ve sellem-le aynı şekilde ikrâr edebilsin ve O’nun minberine kadar çıkabilsin.” (Cevâbu Kitâbu mine’r-Re’y, s.191, bas.: Beyrut, 1992.)

Resulullah Aleyhisselâm’ın hizmetçisi olduğu için, hizmetçi efendisine kadar yaklaşır. Yaklaştıran da Allah-u Teâlâ’dır. Hakk yolunun hizmetçisi, yani o yolun hizmetçisi.

 

“ALLAH-U TEÂLÂ’NIN EMİNİ”

“Nevâdirü’l-Usûl” kitabında ise; O’nun, kalbini kendi vahdâniyyet’inin içinde boğduğu ve kendisiyle ferdleştirdiği bu velîyi, kulları arasında tek ve benzersiz kıldığını mükemmel bir üslûpla ifâde etmiştir:

“O, onun kalbini kendi Vahdâniyyet’inin içinde boğar. O artık O’nunla ‘ferd’leşerek, O’nun bütün sıfatlarıyla meşgul olur. O, O’nun emînidir, kulları arasındaki ‘Bir’idir. O öyle bir kimsedir ki, onu yeryüzünde ‘Ey vâhidî!’ diye nidâ eden doğru söylemiştir.” (Nevâdirü’l-Usûl, c.1, s.613)

 

Açıklaması:

“O, onun kalbini kendi Vahdâniyyet’inin içinde boğar.”

Allah-u Teâlâ onda öyle tecelli etmiş ki, O’nunla hemhâl olmuş. Başka bir arzusu yaşamaz.

“O artık O’nunla ‘ferd’leşerek, O’nun bütün sıfatlarıyla meşgul olur.”

Artık Allah-u Teâlâ ona dilediği şekilde tecelli eder, kendisini bildirir. Bunlar esrârın en sırlarıdır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Benim Allah ile öyle vaktim olur ki, oraya ne yakın bir melek sızabilir, ne nebi ne de resul sokulabilir.” (K. Hafâ)

Bunlar esrar odasının sırlarıdır.

“O, O’nun emînidir...”

O vazifeyi ona emanet etmiş, o da emanete riâyet edendir. Emanet olduğunu bilir, kendisine hiçbir şey mâletmez.

“Kulları arasındaki ‘Bir’idir.”

Öyle seçmiş, O seçmiş.

“O öyle bir kimsedir ki, onu yeryüzünde ‘Ey vâhidî!’ diye nidâ eden doğru söylemiştir.” (Nevâdirü’l-Usûl, c.1, s.613)

Ona “Allahlık” diyen doğru söylemiştir.

 


| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

 

 


 
  Bugünkü Ziyaretçi Sayısı 120 ziyaretçi (133 klik) Hoşgeldiniz  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol